

Natural / Doğal Tıp diye de bilinen natüropatik tıp diğer geleneksel - tamamlayıcı tıp yöntemlerinde olduğu gibi bedenin kendini sağaltabilme ( iyileştirebilme ) ve bu durumu sürdürebilme yetisinde olduğu düşüncesinden hareket eder. Bu nedenler, zararlı yiyecek, içecek ve nefes alınan hava gibi kimyasal, kasların zorlanması, eklemlerin oynaklıklarını kaybetmesi veya yanlış vücut hareketleri gibi mekanik veya duygusal ve düşünsel etkilerle psikolojik anormalliklerden uzak kalınmasını salık verirler. Natüropatlar sentetik ilaçlar ve cerrahiden ziyade bitki ve yiyecek/içecek gibi doğal çareleri kullanmayı tercih etmekte ancak kimi durumlarda hastalarına konvansiyonel tedavilerin de natüropatik terapiye eşgüdümlü olarak uygulanmasını önerebilmektedirler.
Natüropatlar da teşhis koyabilmek için kan testleri ve röntgen filmleri isterler. Fakat bu her zaman gerekli değildir. İlave olarak natüropatlar, başka yollarla teşhis edilemeyen davranış ve yapı bozukluklarının nedenlerini tanımlama da kullandıkları osteopatik teşhisten de faydalanırlar. Hastadaki belirtiler natüropata teşhis koymakta yardım etseler de çok önemli değildirler. O belirtileri ortadan kaldırmaktan ziyade hastayı bütünsel tedavi etmeye çalışır. Natüropatlar, akut hastalıkların iyileştirici güçlerin vücudu normal duruma getirebilme çabaları sonucunda ortaya çıkan durumlar olduğu temeline dayanarak çalışırlar. Belirtilerin ( semptomlar ) ortaya çıkmasının belirli bir gerekçesi olduğuna inandıkları için onları bastırmayı istemezler.

Modern su tedavisi, 18. yüzyıl ortalarında Almanya’da başlamış ve Avrupa’ya hızla yayılmıştır. 1793 yılında İskoç Doktor James CURRİE "’Soğuk ya da Sıcak Suyun Ateşi ve Ateşli Hastalıkları Tedavi Edici Etkileri Konusunda Tıbbi Rapor" adlı bir kitap yazmıştır. Halen çok çeşitli iyileşme ve tedavi olanakları sunan hidroterapi otelleri Avrupa’da yaygın olarak bulunmaktadır. Aynı şekilde ülkemizde "Kaplıcalar", doğal olarak mineralce zengin kaynak sularını tedavi amaçlı kullanırlar.
Hidroterapi denince akla doğal kaynak sularının barındırdığı minerallerle yapılan tedaviler akla gelmektedir. Hidroterapide yalnızca doğal sular değil normal sular da kullanılır. Hidroterapi veya havuz tedavisi, egzersiz programlarının su içinde uygulanmasını içerir. Hidroterapi uygulamaları arasında en yaygın kullanılanları;
Hidromasaj: En önemli hidroterapi tekniklerinden biridir. Su püskürtülmesi ve su jeti, bedene masaj yapar. Ayni zamanda deri yüzeyinde bulunan sinir uçlarının uyarılması ağrıların giderilmesine ve kan dolaşımının düzenlenmesine sebep olur; rahatlama sağlar. Yüksek tansiyon ve kalp hastalıkları tanısı konmuş kişilere önerilmemektedir.
Buhar Banyosu: Buhar banyosu tüm bedeninizin terlemesine neden olur. Buharın bir bütün olarak beden üzerinde yatıştırıcı etkisi vardır. Ağrıyı dindirir ve ter aracılığıyla toksinlerin ortadan kaldırır. Dokularınız da yumuşamasına neden olur. Ayrıca derinin yenilenmesine neden olur.
Banyo: Çeşitli tüm vücut banyoları hidroterapinin vazgeçilmez yöntemlerindendir. Aromatik banyolar, bitki banyoları, keselenme ve geleneksel yöntemlerin rahatlatıcı ve tedavi edici etkilerini unutmamak lazımdır.
Duş: Su püskürtme ve dökme, ağrıyı dindirmek ve gevşemeye yardımcı olmak üzere bedene doğrultulan sıcak ya da soğuk su püskürtülmesi ile olur. Hücreler canlanır ve yenilenir.
Kompres: Toksinleri uzaklaştırmak amacıyla, tüm bedeninizi ya da bir bölümünü sarmak için nemli bezler kullanılır.
Enema: Temiz su akıntısıyla, biriken atık maddeleri temizlemek amacıyla yaklaşık yarım saat süreyle rektum aracılığıyla kalın bağırsakların temizlenmesi işlemidir.

Refleksler her canlıda bulunan koruyucu mekanizmalardır. Çoğu reflekslerimiz anne karnında oluşmaya başlar. Doğduğumuzda tutma, emme, dönme, emekleme ve yürüme gibi refleklere sahip oluyoruz. Bunlar zaman ile bilinçaltımıza yerleşir. Ve zamanla artik vücudumuzun çoğu kontrolü bizde olur. Metodumuz ( beynin çalışma gücünün sadece bilimsel olarak değil ) motor gücü ve kognitif öğrenim ve deneyim üzerine kuruludur.
Anne rahminde başlayıp ilk çocukluk ve diğer çağlarda oluşumu devam eden içgüdüsel / bilinçaltı hareketler olan REFLEKS hareketlerinin stres ve travmalar sonucu bozulması, bedensel ve zihinsel olumsuz etkileri ve reflekslerin normale dönme çalışmalarını kapsayan bu etkili çalışma ilk olarak bu yüzyılın başında İngiltere’de psikolog Peter Blythe tarafından bulunmuş, sonra İsveç’te yaygınlaşmış ve geliştirilmiştir. Dr. S. Maskutova da bu çalışmaları ilerletmiş ve alternatif-tamamlayıcı tıbbın etkin olduğu bir çok ülkede eğitim ve bireysel çalışmalar yapmaktadır.

Pranayama olarak adlandırılan solunum teknikleri, nefes alış verişlerini düzene sokar, solunum rahatsızlıklarını giderir ve zihnin kontrol edilmesini sağlar. Bu teknikler vücut-zihin sistemini bir bütün olarak yeniler ve enerjik yapar. Solunum sistemi canlanır ve güçlenir. Sinir sistemi sakinleşir ve yatışır. Kanda oksijen oranı artar ve dolaşım hızlanır. Vücudun bütün hücreleri arınır, beslenir ve yaşam gücü kazanır.
Hızlı ve yüzeysel nefes endişe ve korkuları tetiklemektedir. Solunum teknikleri sayesinde nefes derinleşmekte ve yavaşlamakta, sinir sistemi gevşemekte ve duygular yatışmaktadır. Kalp atışları düzene girmekte ve kardiyovasküler sisteminin çalışma ritmi sağlıklı bir ritme göre ayarlanmaktadır. Kalp rahatlamakta ve güçlenmektedir. Doğru ve düzenli olarak yapılan Pranayama teknikleri çok çeşitli sağaltıcı etkilere sahiptir. Yorgunluk giderilerek, bedendeki enerji akımları güçlenmekte, yaşam enerjisi dengelenmekte, duygular yatışmakta, zihin dinginliğe kavuşulmakta ve bedenin kendi kendini onarmasına yardımcı olunmaktadır.

Tekniğe kendi ismini veren Frederick Matthias Alexander, 1869 yılında Tazmanya'da doğdu. Şiir ve şarkılar söyleyen Aleksander, sesini yavaş yavaş yitirmeye başlayınca bunun nedenlerini araştırdı. Ayna önünde şiir okurken kendini incelediğinde, vücudunu yanlış kullandığının farkına vardı. Her söyleyişe başlarken kafasını geriye itip boğazını kalınlaştırdığını gözlemledi. Bu garip duruş biçimi kendisine normal görünse de, düzeltmenin iyi olacağına kanaat getirdi ve böylece bu garip hareketleri yapmayıp, gerilim yaratmadan konuşabilinceye kadar egzersiz yaptı. Sonunda sesi düzeldi ve bundan sonra sesini konuşurken hiç kaybetmedi. Avustralya ve Yeni Zelanda'da on yıl öğretmenlik yaptıktan sonra 1904 yılında Londra'ya gitti. Çalışmaları ve fikirleri tanınmaya başladı. Daha sonra New York'ta 1943'e kadar çalıştı. Küçük kardeşi A.R.Aleksander'i metotlarını geliştirmesi için ABD'de bıraktı.
"Kendini Kullanma" adlı kitabını 1932'de yayınladı ve o tarihten itibaren de öğretileri Batı dünyasında hızla yayıldı. 1955'te öldüğünde 87 yaşındaydı. Arkasında kendi çalışmalarını devam ettirecek az sayıda öğretmen bırakmıştı. Günümüzde dünyanın her yanınd İsrail, Zürich, Londra, San Francisco, Chicago'da önemli okulları vardır ama bunların en önemlileri Londra'da bulunmaktadır. Diğer alternatif tıp terapilerine benzemeyen Aleksander tekniği yalnızca birinin diğerine bir şeyler yaptığı bir tedavi değildir. Daha çok, bir uzmanın denetlediği ve cesaretlendirdiği bir kendi kendini eğitme sürecidir. Aleksander tekniği hastaya, vücudunu öğrenilmiş, sonradan eklenmiş hareketlerden kurtarıp kendi temel, doğal duruşu ve hareket biçimlerini kazanmayı öğretir.

Havadaki elektrik akımları insanların ruh halini, enerji düzeyini ve sağlığını ciddi ölçüde etkiliyor. Elektronik aletler, yapay ışıklar, havalandırma sistemlerinden gelen suni hava ve modern bina yapımında kullanılan malzemeler yoğun bir pozitif iyon üretimine yol açıyor. Tuz terapisi ile negatif iyonlara maruz kalarak rahatlamak mümkün. Her ne kadar tuz terapisi genellikle duvarları doğal tuzla kaplanmış yapay tuz mağaraları veya daha popüler adıyla “tuz odaları”nda doğal tuz madenlerinin mikrokliması sağlanarak yapılsa da, elbette gerçek bir tuz mağarasının etkisi görülemiyor.
Yapay tuz mağaraları oluşturularak yapılan tuz terapisi için “halotherapy” tanımlaması kullanılırken, gerçek tuz mağarasındaki tuz terapisine ise “speleotherapy” deniliyor. Ancak yine de tuz odalarında yapılan tuz terapisinin Ultrasonik Salinizer cihazlar kullanılmasındansa daha doğal bir yöntem olduğunu söylemek mümkün. Ancak gerçek bir tuz terapisi için tuz odalarından ziyade Ukrayna, Polonya, Slovakya gibi Doğu Avrupa ülkelerindeki tuz madenlerine gitmek en sağlıklısı.


Einstein bütün kütleleri enerjinin fonksiyonu olarak açıklamıştır. Bu teori bir kütleye yüksek hızda bir titreşim uygulandığında kütlenin enerjiye dönüşeceği fikrini yansıtır. Demek ki katı maddeler düşük hızla titreşen enerjidir. Yüksek titreşimli enerji bedeni etkiler. Çünkü her organ ve kimyasalın kendine has titreşimi / frekansı vardır. Enerji terapilerinin prensibinde, frekansı normalden sapmış organ ve sistemlerin normal titreşimine gelmesi amaçlanır. Bunun için de aşağıdaki bazı temel terapiler uygulanır.
Canlısal manyetizma ya da kısa adıyla manyetizma, insandan yayılan bio-titreşimler ve akışkanlar yoluyla diğer canlılar üzerinde fizyolojik ve psikolojik etkide bulunma olayı ve bunun sağaltım ( şifa ) amacıyla uygulanma durumudur. Manyetizma çok eski çağlarda inisiyelerce bilinmekte ve uygulanmaktaydı. Orta Çağ Avrupa’sında manyetizmacıların büyücülerle birlikte anılması ve yakılmasından sonra manyetizma Avrupa’da tümüyle unutulmuştur. Batı’nın gündemine uzun bir aradan sonra, Mesmer’le tekrar gelmiştir. Manyetizmayı bilinen Batı tarihinde ilk uygulayan ve tanıtan kişi Avusturyalı fizyoterapist Franz Anton Mesmer’dir (1734-1815).
Günümüzde, canlısal manyetizma adının artık pek telaffuz edilmemesine karşın, farklı adlandırılan uygulamalarla tüm Dünya’da yaygın biçimde kullanılmaktadır. Eski Sovyet ülkelerinde bioenerji, Uzakdoğu’da seiki-jutsu teknikleri, ABD’nde terapötik dokunma terapisi vb. olarak adlandırılmaktadır. Manyetizmacılara göre, manyetik şifacılık gücü, değişik oranlarda da olsa aslında her insanda vardır.
Bioenerji, evrensel yaşam gücü kavramına ek olarak özellikle eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde parapsikolojik araştırmalarda bulunmuş bilim adamlarınca verilmiş addır. Terim ilk kez Avusturyalı hekim ve psikanalist Wilhelm Reich (1897-1957) tarafından kullanılmıştır. Bu araştırmacılara göre, bioenerji, canlıların bedenlerinden, özellikle insan bedeninden çıkan, her şeye bağlanan, denetlenebilen ve yönlendirilebilen bir enerji türüdür. Psişik fenomenlerde esas rolü de bu enerji oynar.
Sovyet Rusya, Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkelerinde bioenerjiye dayalı birçok uygulama ve tedavi teknikleri geliştirilmiştir. Dr. Zdenek Rejdak, bioenerjiye dayalı tedavi tekniklerinin esasını enerji dengesi bozulmuş hastaya, kendi yaşam (vital) enerjisini aktarabilen bir kişiden bu enerjinin aktarımı sağlanarak dengenin yeniden kurulması şeklinde açıklar. Aktarımın bioenerji akımlarıyla sağlandığı ve uzak mesafeden de gerçekleştirilebileceği kabul edilir.
“Evrensel Yaşam Enerjisi” anlamına gelen Reiki, insanın yaşam enerjisini arttırıcı bir yöntemdir. Reiki uygulayıcısı ister kendine ister bir başkasına Reiki uygulasın, kendinden bir enerji vermez. O sadece bu evrensel enerjiye kanal olur, aracılık eder. Dolayısıyla enerjisi azalmaz aksine artar. Uygulayıcının vücut dengesini ve uyumunu korumasını sağlar. Reiki, sadece fiziksel boyutta değil zihinsel ve ruhsal boyutta da sağaltıma yardımcı özelliklere sahiptir.
Dünyada yapılan araştırmalar tıbbi tedavi gören hastaların Reiki kullanmaları durumunda iyileşme hızının %50 arttığı ve ilaçların yan etkilerinden çok daha az etkilendiklerini ortaya koymuştur. Artık bir çok Reiki kliniği bulunmaktadır ve alternatif – tamamlayıcı tıbbın önemli bir kolu olmuştur. Başta ABD, İngiltere, Avustralya, Kanada ve Avrupa ülkelerinde her geçen yıl yaygınlaşmakta, modern Batı tıbbıyla tamamlayıcı bir yöntem olarak kullanılmaktadır.

Gözümüzün renk olarak algıladığı şey aslında beyaz ışığın kırılması ile farklı frekanstaki enerji ışınlarıdır. İnsan gözünün algılayabildiği renk skalası 7,6 x 10 -7 ile 3,8 x 10 -7 arasında çok dar bir alandadır. Bunlar mor, lacivert, mavi, yeşil, sarı, turuncu ve kırmızıdır. Radyo dalgası, mikrodalga, morötesi, kızılötesi, X ışınları, gama ışınları hatta Reiki gibi şifa enerjileri de elektromanyetik bir dalgadır. Her birinin kendine ait bir frekansı vardır ancak insan gözünün bunları görme yeteneği yoktur. Onları görmememiz yok oldukları anlamına gelmez.
Bu alternatif ve tamamlayıcı terapi yöntemi, bioenerji merkezleri çakranın frekansına uygun olan rengi ışık halinde vücuda vermek ya da hayal etmek, uygun renkteki bir doğal taş taşımak ya da objeler edinmek gibi çeşitli yöntemler kullanılır.

Kristal ve doğal taşlar, milyonlarca yıldır toprağın derinliklerinde kimyasal element ve bileşiklerin kristalleşmesi sonucu oluşan saf maddelerdir. Elmas, pırlanta, yakut, zümrüt, safir gibi maddi anlamda çok değerli ve kuvars, turkuaz ( firuze ), ametist, kalsit, opal, sitrin, yeşim gibi maddi anlamda yarı değerli taşların göz alıcı şekil ve renklerinden daha önemli olan onların içerdiği mineraller ve kendi molekül yapılarına uygun frekanstaki evrensel / kozmik enerjiyi kendilerine çekme ve kullanan kişiye aktarma özellikleridir.
Mineraller, vücudun sağlıklı kalabilmesi için çok az miktarlarda da olsalar son derece gerekli olan inorganik maddelerdir. İnorganik demek vücudun kendi kendine üretemediği yani organik olmayan anlamındadır. Bu yüzden yediğimiz besinlerden ve içtiğimiz su ve maden sularından alınır. Yetersiz ve dengesiz beslenme sonucu gereksinim duyulandan daha az alınmaları durumunda “Mineral Eksikliği” ortaya çıkar. Bu da bir çok rahatsızlık ve hastalığı tetikler. Çok terleme, ishal, idrar söktürücü ilaçlar, sigara ve alkol gibi nedenlerle minimum değerin altına düşen duruma ise “Mineral Kaybı” denir. Mineral fazlalığı da insan vücuduna zararlıdır. Mineral ve vitamin gereksinimini doğal yollardan vücuda almak tabii ki daha doğrudur. Bunun için tabletler yerine sebze, meyve, baklagiller ve daha nadiren hayvansal gıdalar tercih edilmelidir.

Meridyenler enerji bedenimizde bioenerjinin dolandığı enerji kanallarıdır. Antik Çin geleneklerinde göre 14 adet temel meridyen vardır. Bunların ikisi nötr, diğerleri yin ve yang özelliktedir. Antik Hint geleneklerinde ise nadi olarak adlandırılırlar. Bu kanallarda geçmişten kalan ve geleceğe projekte edilen duygusal ve düşünsel takıntılar varsa bloke olur ve işlevini yerine getiremezler. Önlem alınmazsa ilerler ve fiziksel rahatsızlık olarak kendini gösterirler. Akupunktur, bu kanallar üzerindeki hassas noktalara iğle batırılması ile açılması işlemidir.
Son yıllarda özellikle ABD’de araştırılarak ya da bazı rastlantılarla bu kanallar üzerine yapılan bazı fiziksel vuruşlarla ( tapping ) aktive oldukları ve içinde tuttukları blokajları salıverdikleri gözlemlenmiştir. Bu pratik yöntem ve teknikler EFT ( Duygusal Özgürleşme Teknikleri ) vb olarak adlandırılır. Uygulamaların kökeninde binlerce yıldır kullanılan Çin tıbbının tanımladığı kavramlar ve ilkeler yatar.